Yüz doksan yıldır süren gelenek her yıl olduğu gibi bu senede binlerce insanı bir araya getirdi Sis dağı yaylası. Adını sisten alan yayla bir kez daha gösterdi ziyaretçilerine Sis Dağı olduğunu. Sislerin ardından zaman zaman gülümseyen güneş yerini bazen fırtınaya, bazen şiddetli bir rüzgâra bazende karla karışık yağmura bırakıyordu. Davul-zurna ve kemençe eşliğinde oynanan horonlar, sislerin altında atılan naralar karşı yamaçlardan yankılanarak yaylanın göğe açılan sonsuzluk iklimine doğru akıp gidiyordu.
Bir elinde baston, diğer elinde yarım kesilmiş karabuğday ekmeği, ayağında kara lastik, omzunda asılı baston şemsiyesi, başında beresi, sırtında kalın dokuma paltosu olan yaşlı birine doğru yaklaştım. Selamlaştıktan sonra sohbete başladık. Bu sırada başlayan fırtınaya karşı korunmak için şemsiyesini açtı. Sohbetimiz şemsiyenin altında devam ediyordu. Bir asır yayla hayatı güden Mehmet dayı, yaşını tam bilmemekle birlikte nüfus kâğıdına göre doksan altı yaşında olduğunu söylüyor. Mehmet dayıya eşini soruyorum onunda yaşadığını aşağı yukarı aynı yaşta olduklarını söylüyor. O da yaylaya geldi mi diye sorduğumda geldi diyor. Neden yanında değil diye sorduğumda ise, sabah inek buzağı doğurdu onun yanında kaldı diyor Mehmet dayı. Sohbetimiz uzuyor gidiyor. Mehmet dayı her şeyi o kadar açık anlatıyor ki benim kim olduğumu bile sormuyor, ancak eklemeden yapamıyor Mehmet dayı. Eskiden yaylaya gelen insanların daha saygılı olduğunu söylüyor. Her tarafta yüzlerce kemençe çaldığını insanların daha iyi eğlendiklerini, her bir köşede büyük kazanlarda pişen etlerin yaylaya gelenlere ikram edildiğinden bahsediyor. Şenliklerin yapıldığı yere (Pazar yeri denilen yer) insanların yürüyerek ve katırlarla geldiğini, herkesin bir birini tanıdığını söylüyor. Mehmet dayı bunları anlatırken de gözleri sulanıyor, tanıdık bir yüz görebilmek için adeta etrafı süzüyordu. Bir asırdır yayla ile özdeşleşen Mehmet dayı gibi binlerce ömür geçmişti Sis dağında.
Daha önce kaleme almış olduğum makalelerimde Sis dağı Yaylasından epey bahsettiğim için aynı notlarla yazıyı uzatmak istemeyerek 25 Temmuz 2009 tarihinde gerçekleşen Sis dağı Otçu Göçü Haftası nedeniyle yapılan şenliklere ait izlenimlerimden bahsetmek istiyorum.
İstanbul’dan Karadeniz’e bu şenliğe katılmak için gelmiştim. Sabahın erken saatlerinde Eynesil, Beşikdüzü, Şalpazarı ilçeleri ve Geyikli Beldesi’nden geçerek, gece sabaha kadar yağmur yağdığından yaylaya yakın bölgelerde yolların biraz bozulmasına rağmen Sis dağına ulaştık. Sis dağı yaylasına giriş yeri ile şenliklerin yapıldığı bölge arasında hafif meyilli stabilize bir yol güzergahından yaklaşık bir km.’lik bir mesafe bulunuyor. Yayla girişinde Geyikli Belediyesi’ne ait bir “Hoş Geldiniz” pankartıyla karşılaştık. Biraz ilerleyebildikten sonra yolun tamamen tıkanması ve yol kenarlarına yapılan yanlış parklardan dolayı bizde arabamızı uygun bir yere bırakarak yürümeye başladık. Daha erken gidenler bizden biraz daha şanslı idiler. Bizden sonra gelenlerin ise tahmin ediyorum ki birçoğu yoldan geri dönmüşlerdir.
Nihayet yürüyerek Pazar yerine ulaşıyoruz. Yol boyunca yakaladığımız anları ise objektifimizle sabitliyorduk. Pazar yerinin girişinde iki asker araç ve insan trafiğini yönlendirmeye çalışıyordu. Birkaç asker ve komutan ise epey yorulmuş olacaklar ki aracın içersinde oturuyorlardı. Yine aynı noktada festivali tertip eden ve ev sahibi konumundaki Geyikli Belediyesine ait bir adet kepçe (dozer) bulunuyordu. Bu ara yol boyu yürürken Trabzon Belediyesi’ne ait İtfaiye aracı ve festivali canlı olarak yayınlayacak olan Mavi Karadeniz TV’ye ait canlı yayın araçlarının trafikte kaldığı gözlerden kaçmıyordu.
Pazar yerinde ise tam bir düzensizlik ve plansızlık hâkimdi. Açılan sergiler kurulan tezgâhlar şehirlerdekinden hiç farklı değildi. Yaylalara ve yöreye özgü ürünler satmaya çalışan kişiler ve tezgâhlar aralarda adeta kaybolmuştu. Yaylalarda yetişen sağlıklı hayvanlar bilinçsiz insanların elinde sağlıksız bir ortamda kesiliyor ve tam bir katliam yaşanıyordu. Yaylaya gelen çocuklar bu manzaranın en hazin izleyicileri idi. Kontrolsüz ve sağlıksız kurulan döner tezgâhları, köfte ızgaraları ve diğer satıcılar ise neredeyse insanların kolundan tutup zorla yiyecek satma arzusu içersindeydiler. Güneşin ardından serin bir hava ve ince bir çiğse doğayı tarif edilemez bir güzellik içersine büründürüyordu. Zemin üzerindeki insanların ve araçların çoğalması yürümeyi ve hareket etmeyi, yaylanın doğal güzelliklerini her geçen saat görülmez duruma getiriyordu. Yağmurun yumuşattığı zeminde gitmeye çalışan şehir ve afsal yollar için üretilmiş lüks araçlar yerinde yaptığı patinajlarla yaylada bir traktör vazifesinden başka bir işlev görmüyordu. İnsanlar ise yediği mısır güdüne sini (mısırın iç sapı), karpuz-kavun kabuklarını, içki şişesini, poşet ve ambalaj türü çöplerini olduğu yere bırakıyor ve rüzgârın etkisiyle birlikte önce havada uçuşan kâğıt ve poşetler sonra kar yağar gibi yağıyordu.
Sözü daha uzatmaya gerek var mı?
Ev sahibi belediye tarafından konulmuş bir adet yönlendirme tabelası yoktu. Tuvaletler nerededir. Nereden nereye gidilir v.s. İnsanların çöplerini atabileceği çöp kovaları nerelerdeydi. Görevli kişiler kimlerdi ve nerelerde görev yapıyorlardı. Tüm giriş yolları Pazar tezgâhları ve otomobillerle kapalıyken acil bir durumda ne yapılacaktı? Açık satılan gıda ürünlerinin bir kontrolü varmıydı? Hepsinden önemlisi ise ulaşım ve trafik sorununa çözüm bulunamaz mıydı?
İşte burada yazımın baş kısmında anlattığım Mehmet dayı söylemişti yaylacılığın ve yaşamın nasıl olduğunu. Yetkililer bu Mehmet dayıları fark edip dinlerlerse aslında çözümü de kolayca bulabileceklerdir. Bence nasıl olmalıydı. Festival öncesinden yayla girişine otomobiller için doğal park alanları oluşturulmalı. İnsanlar eşyalarını ve çadırlarını konaklayacakları yere bıraktıktan sonra araçlarını bu park alanlarına çekmeliler. Ayrıca bu park alanına festivalin ev sahibi 5–6 adet servis aracı koymalı. Park yerine aracını bırakan insanlar arzu ederlerse, özellikle yaşlı, sakat, çocuklu ve hamile kişiler bu servis araçları ile Pazar yerine ulaşmalılar. Dolayısı ile Pazar yerine ulaşımı sağlayan tek olan bu yol sadece görevli araçlar ve yaya trafiği için kullanılacak.
Yüz doksanıncısını görme fırsatını bulduğum Sis dağı Otçu Göçü Şenlikleri’nin gelenek-göreneklerden kalan hiçbir şeyinin kalmadığını belirterek yazıma burada son veriyor ve son yıllarda her bir cisme festival adı verilerek yapılmaya çalışan eğlence içerikli organizasyonlara biraz daha dikkat edilmesi gerektiğinin altını çizmek istiyorum.
Kültürümüzün, Örf-Adet ve Gelenek-Göreneklerimizin yaşatıldığı, doğaya ve insana saygı gösterilen festivallerde buluşmak dileğiyle.
Saygıyla ve dostça kalınız…
Anahtar Kelimeler:
Bu içeriğe yorum yapılmadı, yorum yapmak ister misin?